TEVFİK UYAR: “HAP EDEBİYATI ” (Sayı:49)

http://www.tevfikuyar.com/wp-content/uploads/2013/04/teddddddd.jpg

Sizlere de olur mu bilmem: Bazı zamanlar bildiğim, kullandığım ve doğruluğundan şüphe etmediğim kelimeler tek başına ve yalın halleriyle aklıma gelirler ve onları bir an için çok çıplak bulur ve anlamlandıramam. Sanki bir an için zihnimin bu kelimeye ayrılan hücreleri boşalıvermiş, işlevlerini yitirmiş gibi olur. Hakikaten “Demek biz bu kavrama bu adı mı veriyor muşuz? Ne garip bir kelimeymiş” diye takılır kalır.
Bu hissi ilk kez “müdahale” kelimesi ile yaşadığımı hatırlıyorum. Kelime tüm yalnızlığıyla aklıma gelmiş, ifade ettiği kavramları ceketini asar gibi başka bir yere asmış da aklımda bitmiş gibiydi. Kelimeyi düşünüyor, içimden okuyor, yardımcı olsun diye dışımdan da oku¬yordum ama bir türlü onun gerçekten de temsil ettiği anlamı içerdiğini göremiyordum. O kelimeyi yanlış hatırlıyor ya da yanlış biliyor olduğuma dair bir şüpheye dahi kapılmıştım. Garip bir boşluk hissi idi ve uykuma mani olmuştu. Daha sonra aynı hissi “pirzola” kelimesi ile yaşadığımı hatırlıyorum. Birden İspanyolca, İtalyanca bir kelime gibi geldi bana ve gözümün önünde beliren görüntü ile bu ismi birbirine oturtamadım.
İki kelime arasındaki ortaklık dilimize başka bir dilden ithal edilmiş olmasıydı. Sanırım böyle kelimeler bu tip bir boşluğa düşürmeye daha yatkın oluyorlar, zira kök ve türeme ilişkisi dolayısıyla mantıksal bir zemine oturmuyorlar.
Eski değil çok taze, henüz iki hafta önce yeni aldığım elektronik oyuncağı uyumadan önce elimde evirip çevirirken benzer bir his yaşadım. Yukarıda belirttiğim iki örnek gibi değildi lakin benzer bir durumdu ve az da olsa uykumdan oldum yine. Kelime yaşadığımız çağa göre evrim geçirmiş kelimelerden biriydi: “Tablet ”.
Anladım ki hap kutularında “20 tablet” ya da “film tablet” yazdığından, genelde tıp ya da ecza ile ilişkilendirdiğim bu kelimenin tahayyülümdeki görüntüsü giderek sahip olduğum elektronik cihazla değişmeye başlıyor. Önceleri tablet dendiğinde gözümün önüne renkli renkli haplar gelir, akabinde de hapları şeker zannederek yiyen ve hasta olan çocuğun şarkısı gelirdi. Şimdi ise benim için en başından beri teknoloji dünyasına ait bir terimmiş gibi geliyor.
Bilimkurgu filmlerinde insanların artık gıdaları doğanın bize sunduğu şekillerde tüketmediklerine pek çok kez şahit olmuşuzdur. Geleceğin insanları geniş bir tabağa dizilmiş sebzeler, biftekler değil, özenle tabağın ortasına konmuş tabletler, haplar tüketirler. Ya kaynakların yetersizliğinden ya da minimalizmin basitleştirici tutkusundan ileri gelen bu dönüşüm, geleceğin bir gerekliliğiymiş gibi gelir, fikrimize yerleşir.
Bu minimalist eğilim teknolojinin her alanında görülebilir. Birileri bilgisayarların tarihini anlatmaya kalktığında hemen ilk bilgisayarların bir oda büyüklüğünde olduğundan bahsedecektir. Bizler de kısa ömrümüzde şahit olduğumuz küçülmeyi yeri geldiğinde bizden daha yeni nesillere anlatırız: “Şu elinde tuttuğun cep telefonunun atalarını piyasaya ilk sürdüklerinde şu kadar büyüktüler ve şu kadar da ağırdılar” gibi… Teknoloji üreticileri ürettiklerini küçültmeye devam ederler. Elimize ulaşan nihai cihaz küçülmese bile, ona kabiliyetini veren iç parçalar küçüldüğü için artık aynı ebattaki cihaza daha çok eğlence ya da daha çok seçenek sığmıştır. Teknoloji üreticileri ürünlerini daha kolay taşınabilir, daha zahmetsiz kullanılabilir ve daha da önemlisi daha fazla bağımlılık yapacak, hayatımızı daha çok kapsayacak şekle dönüştürüyorlar. Bilgisayarlar küçülüyor, telefonlar küçülüyor, elektrik süpürgeleri, koltuklar, sehpalar küçülüyor, evler küçülüyor… Ve sosyal medyayla beraber, cümleler küçülüyor.
Sosyal medya son derece ilginç bir kavram ve gerçekten de ortaya çıkışı çok ani oldu. 20. yüzyılın son çeyreğinde popüler olan ve teknolojinin hayatlarımıza getireceği kazançlardan ziyade kayıpları ön plana çıkartan siberpunk bilimkurgu yazarları, ya da 1980’lerde 21. yüzyıl hakkında fikir üreten fütürologlar pek çok şeyi öngörebilmelerine rağmen bu ilginç kavramı ön göremediler. Ortaya neredeyse tüm insanlığı içeren garip bir örgü çıktı ve bir anda hepimizin ha-yatının bir parçası oluverdi.
Sosyal medyanın en önemli ve en yaygın özelliği iletişim elbette, ama aynı zamanda herkesi bireysel bir yayıncı haline getirmesi devrimsel. Bu bireysel yayıncılar, Facebook, Twitter gibi platformlar sayesinde pek çok medya organının ulaşamadığı kalabalıklıktaki kitleye anında ulaşabiliyorlar. Bu yayıncıların ortak özelliği -belki de insanımızın uzun şeyler okuyarak vakit kaybetmeyi sevmediklerini bildiklerinden- oldukça kısa içerikli iletiler yayınlamaları. Kullanıcılarını özellikle kısa yayınlara zorlayan platformlar da var: Facebook’ta yayınlanacak içerik için herhangi bir kısıt yok, ama kendini “mikroblog”, yani mikro ölçekte bir web günlüğü olarak tanımlayan Twitter, her bir ileti için yüz kırk karakterlik bir sınıra sahip. Bu durum Twitter kullanıcılarını olabildiğince özet, bu yüzden hem bilgiyi hem de manayı -tıpkı bilimkurgu filmlerindeki o hap şeklindeki besinler gibi- hap boyutlarında bir cümleye sığdırmaya itiyor.
İnsanların böylesine hayatının parçası olan bir fenomenin kültürü ve sanatı etkilemeyeceğini düşünmek olmaz… Yazının başlıca motivasyon kaynaklarından birisinin okunmak olduğu düşünülürse, kalabalık bir kitleye hızlıca ulaşmak yazmayı teşvik ediyor; eskiden de var olan kısa ya da çok kısa, ama özlü bir anlatım türü olan “çok kısa öykü” bireysel yayıncılar aracılığıyla sosyal medyada da görünür hale gelmeye başlıyor. Facebook ve Twitter’da kullanıcılara açık bireysel öykü yarışmaları düzenleniyor, kurumlar halkla ilişkiler çalışmaları kapsamında sayfa üyelerini “en iyi yol hikayesi” ya da “en iyi fotoğraf öyküsü” yarışmalarına tek cümleyle ifade edebilecekleri hikayelerini paylaşmaya davet ediyor, kazananlara da çeşitli ödüller dağıtıyorlar.
Hal durum böyle olunca çok kısa öykünün niteliği tartışmaya açılmalıdır bence… Açılıyor da. Çeşitli edebiyat çevrelerinde çok kısa öykü konusu tar¬tışma konusu haline geliyor. Nitekim Türkiye Bilişim Derneği’nin (TBD) düzenlediği 14. Bilimkurgu Öykü Yarışması’nın ödül töreninde gerçekleştirilen panelin konusu da çok kısa öykü¬nün edebiyattaki yeriydi.
23 Kasım 2012’de düzenlenen panelin konusunun çok kısa öykü olması manidar: Zira TBD’nin 14 yıldır istik¬rarla sürdürdüğü yarışmanın sonuncusunda geçtiğimiz yıllardan farklı olarak katılımcılardan çok kısa öykü yazması istenmişti. Sınır ise on şakıma (Twitter’daki her bir ileti ingilizce’de “tweet”, yani Türkçesiyle “şakıma” olarak anılıyor), yani bin dört yüz karakter idi . Bu sebeple de 29. Ulusal Bilişim Kurultayı kapsamında gerçekleştirilen ödül töreni öncesinde Hande Baba, Gamze Güller, Aysun Kara, Sofya Kurban ve Suzan Bilgen Özgün’ün katılımıyla çok kısa öykü konusu tartışıldı. Panel katılımcıları arasındaki hâkim görüş öykü yazma sanatının sosyal medya aracılığıyla da sürdürülebileceği üzerineydi ve özellikle tek şakımada, yani 140 karaktere eşit ya da daha az sayıda karakterle öykü yazılabileceği hususunda da büyük ölçüde bir fikir birliği mevcuttu. Edgar Allen Poe’nun meşhur kısa öyküsü de verilen örnekler arasındaydı: “Satılık bebek patikleri: Hiç giyilmemiş”
Ben “çok kısa öykü” terimini sevmiyorum, sevemiyorum ve bu tip bir sınıflandırmaya ve bu terime itiraz ediyorum. Benim birinci itirazım bu kadar az sayıda kelime ya da karakter ile edebiyat yapılamayacağı zemininde değil, bu özet türün “öykü” olarak adlandırılmasındaki ısrara. Öykünün tanımı malum ve zaten öykü türünü uzunluğuna göre “kısa” ya da “çok kısa” öykü olarak ad¬landırmak, bu temelde bir sınıflandırma yapmak bana manidar gelmiyor çünkü belirli bir ölçüsü yok. Hem bir ölçü olacaksa bu kelime sayısına mı, harf sayısına mı dayanacak? Dayanacak ve bir sınıflandırma yapılacaksa da bu sınıflandırmanın pratik hayattaki ya da edebiyattaki uygulama alanı nedir, neresidir ve ne işe yarayacak?
İkinci itirazım ise, oldukça kısa olan, hele ki tek şakıma kadar kısa olan bir öykünün yazarla olan bağının kopmuş olmasına… Biz öyküleri yazarlarıyla severiz, çünkü yazarlarının üslupları vardır, donanımları vardır, kişilikleri vardır. Kimi yazarın olayları betimlemesini ayrı severiz, kimi yazarın kişi betimlemelerini… Bu yüzden kanımca bir öykü yazarıyla beraber tanımlanabilir. Tıpkı bir insanın içinde yetiştiği kültüre ait olup onun izlerini taşıması gibi, öyküler de “yetiştikleri” yazara aittirler ve onların izlerini taşırlar. Peki, çok kısa bir öykü içerisinde öykünün yazarını nerede arayıp bulacağız? Bu kadar kısa bir metne, yazarın üslubu sığar mı? Şart değil ama, olursa memnun olacağımız ğıyla donanımını aktarabilir, öğretebilir, bir de üstüne üstlük kişiliğini yansıtabilir mi?
Kısa metinlerle edebiyat yapılamaz değildir, ki yukarıda da aktarmış olduğum, Edgar Allen Poe’nun tek cümle ile anlattığı, ümitle ve heyecanla beklenen ancak kaybedilmiş ve dünyaya gelememiş bebeğine üzülen anne ya da babanın dramını aktaran kısa metin, kesinlikle edebi bir üründür. Ama gerçekten de bu metin bir öykü müdür? Ya da öyle tanımlanabilir mi?
Şiddetle yeni bir tanım yapılmasından yanayım! Sosyal medyada karşılaştığımız, zekâ ürünü olduğundan şüphe duymadığım ama bence edebi bir çabadan yoksun olan kelime oyunlarını, afili cümleleri öykü olarak saymamızı gerektirecek bir tanımlamadan kaçınılması, yeni bir tanımlama yapılması konusunda ısrarcıyım.
Mesela, sosyal medya yazıları kısalıkları ve yaygın kullanılış biçimleri ile bana öykü edebiyatından çok duvarlarda, umumi tuvaletlerde yapılan tosun edebiyatını andırıyor. Hatta Facebook’un kişilerin şahsına ait paylaşım sayfalarını “duvar” olarak nitelendirmesi de bu edebi faaliyetin tosun edebiyatı ile benzerliğine katkı sağlıyor. Ancak umumi tuvaletler ve tarihi eserler başta olmak üzere umuma açık mekanlarda duvar ya da sıra üzerine yazılmış ya da kazınmış hatıralar bırakmaya verilen bu gayri resmi isim biraz alçaltıcı olabileceğinden benim aklıma yeni ve daha uygun bir terim olarak “Hap Edebiyatı” geliyor.
“Hap edebiyatı”, çünkü yutması kolay. İhtiyaç duyulan şey içerisine yo¬ğun ve sıkı bir şekilde sığdırılmış. Bir bardak su ile ya da kimi zaman susuz, boğazımızdan kayıp gidiyor. Derdimi¬ze derman da olabilir, eksikliğimizi de giderebilir, buna keza yan etkileri de olabilir. Hiçbir işe yaramaması da gayet mümkündür.
Hem uğraşı isimlerini de düşünürsek, oturup, düşünüp, kurgulayıp yaz¬maktaki çaba ile zekayı kullanarak, özlü, kısa, kimi zaman metaforik bir cümle yazmak arasındaki başkalığı da ifade ediyor, “Öykü yazmak” ile “Hap Edebiyatı Yapmak” arasındaki fark.
“Öykü yazmak” dendiğinde akabinde “ne anlatıyor?”, “konusu ne?” diye sorular sorulabilir ve tek cümlelik ya da tek şakımalık cümleler için bu soru çok da uygun olmaz; zira tek cümlenin ko-nusundan bahsetmek bütün incelik ve gizemi açık edecek, metnin değerini ve yaratacağı duygu düzeyini düşürecektir. Ancak “Hap edebiyatı yaptım” dendi¬ğinde olsa olsa “kaç karakter?” ya da “Ne kadar kısa?” diye sorulur ve konu sorgulanmaz, açık edilmez. İnternette bu tip kısa metinler üretip paylaşarak kısa sürede çok sayıda takipçi kazanmış, meşhur profillere “öykücü” denme durumunun ortadan kalkması. Öykücü doğru bir niteleme olmayacaktır çünkü.
Ayrıca tablet ile hap kelimeleri arasındaki ilişkiyi korumuş oluruz ve ben de tekrar uykusuz kalmam.

Sosyal medyada paylaşın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir