HAKAN KELEŞ-YAZGI (Sayı:57)

Hüzünlü bir öykü olmalı bu.

İyiden iyiye insanı ağlatmalı.

İnsanın içinden akanı durdurmalı.

Ama durdurmadan önce, insanın içindeki hüznün tanımını yapmalı.

Tam on ikiden vurmalı.

Çekirdekten yakalamalı.

İnsanın içindeki bozkırların ayak dokunulmamış kısımlarına dokunmalı. Dış dünyadaki bozkırlara da. Bir kuş yakalayan çobanın hüznü ile sevincinin karışıklığı da girmeli öyküye. Annesinden ayrılan körpeciğin içi de girmeli. Girdi mi girmesine, duygular da girmeli işin içerisine. Sessiz ve yalnız yaşlının evdeki yalnızlığı da girmeli. Mahallede bir arabaya yaslanmış da erkeğinden yeni ayrılmış Aysel diye bir kıza talip dört kişinin içini yakan ateş gibi de düşmeli. Aysel de olmalı. Onun şiirleden çıkmış ismi de bulaşmalı öyküye. Onun bakışları da… Çelikten bir erkek arayan kadınsı duyguları da girmeli. Girmeli girmesine tabi… Onun da bu öyküye girmeye hakkı var. Herkesin tutkunu olduğu bir mahallelinin, bulutların üstünde dolaşan bir Aysel’e ihtiyacı var. Yere tek ayağı basabilen felçli Hayriye Hanım’a da ihtiyacı var. Bir ihtiyaç analizi mi yapılıyor? Diyebilir okuyucu. Evet, aranıyor.

ÖYKÜYÜ HÜZÜNLENDİRECEK KAHRAMANLAR ARANIYOR.”

diye gazeteye ilan veren ve ironilerden hiç hoşlanmayan yaşlı bir İstanbul beyfendisi Erhan Bey de girmeli. Tutmalı öykünün bir ucundan.

Tabut.

Tabutu andıran bir öykünün bir ayağından da o tutmalı.

Evet, bu öykü içinde bir ölü barıdırıyor.

Duyurulur!

Tabanları yere sürten, tek ayağı kopmuş kedi de var tabutun etrafında dolanıyor. Bir ölü yiyici gibi. Tabuta uzun uzun bakıyor. Bir yandan kaçmaya hazır. Öykünün içindeki ölüden haberi olan insan dışı tek varlık.

Tabuta çoktan girmiş birinin hüznünden bahsedilebilir mi? Neden olmasın? Hüzün canlı bir şey midir? Yürüyebilen, dokunabilen, sevebilen, karşı koyabilen, cesur bir şey midir sadece?

Ama bu öykü hüzünlü olmalı. Kotarılmalı da nasıl kotarılmalı? Hüzün koyduk diyelim öyküye… Öyle tuğla koyar gibi, taşı gediğine koyar gibi. Ağlayan bir yaşlı adam koyduk diyelim. Adam, felçli Hayriye hanımın onu terketmiş kocası olmuş olsun gençken… Yıllar sonra çıkagelsin Hayriye Hanımın bahçe kapısına. Önce kedi görsün adamı. Kaçsın oraya buraya. Adam uğursuzluk saysın kara kediyi. Geri dönmek istesin. İstesin, istesin… Ama kalmalı orada. Kedi yok olsun, topallayarak. Adam bahçe kapısından içeri girsin. Sadece ayakları çekilsin o sırada adamın. Siyah bir kundura giymiş olsun. Hayriye Hanımın kapısı açık olsun. Zaten 24 saat de açık. Hırsızların çalacağı bir şey de yokmuş sayılsın. Adam gizliceeee, girsin içeriye. Kapı gıcırdasın. Adam bir iki adım geri atsın gıcırtının verdiği tedirginlikle. Eğilip evin içine şöyleee bir bakıversin. Heyecandan dayanamayıp ağlasın. Tam tersi, heyecanlanan biri ağlamayabilir de. Ama adam en iyisi mi ağlasın. Ağlamaya başlasın. Hayriye Hanımı terkettiği günü hatırlasın. Adam eve erken geldiği bir gün, kadın henüz iş yerinden eve gelmemişken mektup bıraktığı günü hatırlasın. Mektubun içindekileri de hatırlasın. Zaten hiç de unutmamış olsun:

Hayriye…

Sana bir gün mektup yazacak kadar uzak olacağımı kestiremezdim. Ama sen bunu yine televizyonun üzerine bırakacağım bir not olarak algıla, lütfen. Ben gidiyorum. Nedenini sorma kendi kendine. İşin içinden çıkamayışın beni daha çok kahreder. Ben söyleyeyim sana: Sevdim ben Hayriye… Yazgı yazgı dedikleri bu herhalde. Kalbime söz geçiremedim. Seni de hala seviyorum, inan bana. Ama dedim ya, yazgı yazgı dedikleri şey… Allahın yazdığını temiz bir kağıda geçiremeyiz, biliyorsun. Öylece kalıverir. Okurken bu notu, ağlayacağını şimdiden kestirebiliyorum. Her damlan için beni affet. Yıllar sonra tekrar uğrayacağım sana. Tekrar…

Kendine iyi bak…

Yaşlı adam içeriye girmiş olsun. Ayakkabılarını da çıkarmış olsun. Hayriye Hanım, elden ayak düşmesine rağmen titizliğini muhafaza ediyor olsun tabii. Her şey yerli yerinde olsun. Her şey… İçeride Hayriye Hanım’ı televizyon izlerken buluyor olsun. Arkası dönük, tekli koltukta… Televizyonda Kartal Tibet’le Hülya Koçyiğit’in “Seven Ne Yapmaz” filmi olsun. Onların ruhlarının havaya uçtuğu son sahnede kalsın her şey. Televizyon birden kilitlensin. Hayriye Hanım bu sırada gözyaşlarına dur durak diyemesin. Yaşlı adam da koltuğun arkasında ağlasın, Hayriye Hanım böyle ağlayınca. Hıçkırıkları duyulmasın diye, tıkasın elini ağzına. Hayriye Hanım, şarkının sesini açsın sonuna kadar. Sokağa nostalji taşsın. Adam kadının omzuna dokunuversin. Ama kadın hissedemeyiversin. Onun felçli sol tarafına dokunuvermiş olsun adam. O da ne?! Notunu görsün adam. Yıllar önce bıraktığı notu. Televizyon da aynı eskisi gibi. Sararmış. Toz kaplamış. Hayriye Hanım yıllarca hiç dokunmamış olsun kağıda. Adam şaşırı-şaşırıversin. Birden hiç okumadığını ümit edip, dudaklarının yanındaki derin çizgilerde tebessüm peyda olsun. Parmaklarını kadının omzunda oynatıversin bir iki defa. Televizyonun önüne geçiversin birden. Hayriye Hanım, adamı görünce koltuğa tutunup ayağa kalkmaya çalışıversin tek tarafıyla. Adamın gözleri önünde notu okumaya başlasın.

YAZGI YAZGI DEDİKLERİ ŞEY…  kısmını sesli sesli okusun adama. Adam utancından başını öne eğsin. Öyle eğsin ki, kendisi bile boynu kökünden kopacak da bir yerlere uçacak sansın. Hayriye Hanım, kağıdı tekrar televizyonun üstüne koysun. Sendeleyerek otursun yerine.

Adam son bi kez “Hayriye” desin. Kadını tamamlasın:

Bu öykünün adı “Yazgı” olsun…

desin…

Kapıdan çıkarken sevdiği kadın Aysellerin camına bakan dört erkeği görsün.

Hüzünlü bir öyküde Aysel ve dört adamın ne işi var diye diye de hayıflanıp uzaklaşsın oradan…

 

Sosyal medyada paylaşın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir