Maria (Fulya BAYRAKTAR)

maria

Öğle tatilinde oturmuş, içimden adını tekrarlıyorum. Öğreneceğim gerçeği düşe dönüştürüp, kendimi aldatıyorum. Ona bir şey olmuş olma ihtimalini uzaklaştırıp zihnimden, bir dahaki düşüme kadar içimi rahatlatıyorum. Kahvesinde, eski mutfak eşyalarının önünde çektiğim, döner dönmez bastırıp gönderdiğim fotoğraflarına iliştirdiğim nota gelmeyen cevap takılıyor aklıma. Ağlamaklıyım. Fotoğraflarındaki gülümseyen bakışlarına yerleşmiş acı oturuyor yüreğime. Kıstırılmış hayatını görmezden gelmeye çalışan diriliği batıyor tenime, canım acıyor. Onu yazıyorum önümdeki kağıtlara, onu anlatıyorum bana. Maria oluyor ruhum zaman zaman, Maria konuşuyor ağzımdan.

Derinliklere meydan okuyup, tonlarca maviliği yarıp gitmiştim adaya, başka bir ülkeye doğru yol alırcasına heyecanlı ve ürkek. Yüzyıllara direnmiş, yamalı bohçayı andıran açıklı koyulu taş binalar arasındaki dar yokuştan çıkarken, hanımeli, gelin duvağı ve yasemin kokuları doldu burnuma. Terkedilmiş olmaktan sanki, gücenik duran her yapı, her yıkık duvar, yüzyılların havasını çekmiş de içine, üzerime üflüyormuşçasına sarsmıştı beni. Temmuz sıcağında üşüdüm. Aniden kulaklarıma dolan çan sesiyle hızlandı kalp atışlarım. Benim gibi bir turisttir belki bunu yapan desem de rahatlayamadım. Tam da nefesimin daralmasının suçunu yokuşa atacakken başladı düzlük. Açık pencerelerden sarkan, meyve ağaçlarının altında oturan ve en çok da eski bir masa etrafına çevrelenmiş kadınlı erkekli yaşlıların üzerime odaklanan bakışlarından yüzüm yandı.

Maria oluveriyorum birden. Karşıdan ağır adımlarla gelen adama takılıyor gözlerim. Karşılaştığımı hatırlamıyorum, ama yıllardır tanıyorum sanki onu. Nerelerdeydin dememek için zor tutuyorum dilimi. Meraklı bir turist oysaki. Adaya saplanıp kalmış bir avuç Rumu görmek için kilometrelerce yol tepmiş biri belli ki. Yine de kalp atışlarımı düzene koyamıyorum.

“Ben Maria” demişti yerinden fırlayıp, geleceğimi biliyormuşçasına. “Bu da Kadara, hayat arkadaşım”. Kolsuz, rengarenk çiçeklerle bezenmiş, fırfırlı giysileri içinde, hâlâ yüreğinde kıpırtılar yaratan gençliğini yaşıyordu sanki. Ona misafir gelmişim gibi, peşine takılıp, “Madamın Kahvesi” yazan kapıdan içeri girdim. Karşılıklı oturup, gülümsedik. “70 yaşındayım” dedi, en büyük kırıklığını bir an önce üzerinden atmak istercesine. “Çay da var, ama çok iyi dibek kahvesi yaparım”. Sen bilirsin dercesine başımı salladım.

Maria’ymışım mesela ben. Sararmış fotoğraflardaki babama benzetiyorum karşımda oturan yabancıyı. Hiç göremediğim, güçlü bedenine sarılamadığım, uyurken annemin sesinden bir masal kahramanı gibi dinlediğim babama. Uzak illerden kalkıp gelen, annemi bir sevgi sarmalına sürükleyip, ardından göç zamanı gelmiş kuşlar misali sessizce uzaklara giden adama.

Yazarken, bir annem bir sevgilim oluyor Maria. Bulup da yitirdikleri, bulamayıp da yetindiklerini düşündüğümde annem, yaşından sıyırıp onu, çerçeveden fırlayacakmışçasına diri duran resmini canlandırınca gözümde, sevgilim. Deniz kokusu, şarap tadı alıyorum onu düşündüğümde. Poseidon’ un adasında yaşayan bir deniz kızı.

“İnatla kaldık burada” demişti, uzun soluklu bir konuşmayı başlatmak istercesine. “Bizleri istemediklerini anlatırcasına, adaya yarı açık cezaevi yaptılar” dedi ardından, gözlerinde biriken yaşları gülüşüyle kapatmaya çalışırken. Ne kadar da hazırlıksızdım böyle bir hikâyeye, kahve elimde kalakaldı. “Serbest bırakırlardı mahkûmları geceleri. Uyurken bile açık bıraktığımız kapıları kilitler olduk. Pencere demirleri de o zamanlardan kalma”. Dizlerine vuruyordu acımasızca. “Çocuklarımızı başka ülkelere gönderdik, kök salmadan uzaklaşabilsinler diye. Biz yaşlılar mı? Vatan toprağı bekleyen askerler gibi yapıştık adaya, mezarlarımız hazır…” deyip, beni atladı, kahvenin dış kapısından uzanan boşluğa dikti gözlerini. Dizlerim, açık yaralarla kaplı gibi sızlıyordu.

Maria’ya dönüşüverdim yine. Neden anlatıyorum bunları? Benle birlikte gömülmesinler diye mi yaşananlar? İyi de neden bu adama? O da iyi bir dinleyici galiba. Ben göz yaşlarıma set vurmaya çalışırken, o hiç çekinmeden açıkça ağladı. Kim bilir hangi dertlerine. Hep öyle değil midir, kendimize pay çıkarmaz mıyız her durumda?
Ne arıyordum ben orada? Yalnızlığımın peşine takılıp, sık sık ayaklarımın götürdüğü yere giderim. Her gidişim görünüşte kalabalıklaştırırken beni, her dönüşüm bir başka yalnızlık yükler sırtıma. Bilirim, yine de giderim. Gittiğim yerlerden bir örümcek ağı örerim yaşamıma. İnce teller üzerinde dolana dolana dönerim geriye. Güvenirim, ayaklarım bilmediğim diyarlara boş yere sürüklemez beni.

Adadan döndükten sonra karıştırdım ilk kez, beş yıl önce yabancı bir ülkeden gönderilen oymalı sandığı. Korkuyorum. Bana can veren, bedenini hiç görmediğim babamın anı defteri elimde. Hiç bir yerlere sığdıramadığı hayatının hikâyesini fotoğraflarla bezemiş. Bu ara adaya çok yoğunlaştım galiba. Fotoğrafta sevgiyle babama sarılmış olan kadın Maria’ya ne kadar da benziyor. Bunu da yazmalıyım bir yere, yazıyorum.

Bahsettiğimi hiç hatırlamıyorum. “Bir buçuk yıl olmuş” diyor, adayı en son ziyaret eden iş arkadaşım, dalgınlığımdan sıyrılıyorum. “Maria” diyor, “Hani kahveci”. Bakışlarımı camın arkasındaki cıvıl cıvıl sokağa yönlendirip, “Bugün hava çok boğucu ve kasvetli” diyorum. “Deli mi ne!” dercesine başını iki yana sallıyor. Ben yazmaya devam ediyorum.?

Sosyal medyada paylaşın!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir