Evliya Çelebi Dergi Çıkarırsa (Orkun Levent BOYA)

n1460500226_74235_404

Dergimiz Lacivert’in İstanbul dağıtımını -dayısının tehdit ve şantajları ile- üniversite öğrencisi olan yeğenim Mert yapıyordu… Yaz gelip onun da okulu, bilumum okullarla birlikte tatile girince İstanbul’dan memleketimize dönmek zorunda kaldı… Böylelikle, Temmuz sayımız da Mert’le beraber İstanbul’dan tatile çıkmış oldu…

Eylül başında yeni sayımız çıktığında da Mert henüz İstanbul’a dönmemiş olduğu için yine dergiden bir arkadaşımızın yengesi, gönüllü olarak derginin dağıtımını “sadece, bir kerelik” diyerek üstleneceğini söylediğinde, sevincimiz rahatlıkla kucaklaştı…

Dergimizin eski sanat yönetmeni nasılsa, huzurdan ihlasa ermiş bir kargoyla anlaşmıştı… Ama, her ne hikmetse, firma nereye ermiş olursa olsun, götürdüğü paketler bir türlü nihai kullanıcıya eremiyordu…

Firmanın yetersizliği karşısında, “Hadi bu kerelik de böyle olsun” dediğimiz anların sayısını tutması için kuruldaki bayan arkadaşlarımızdan ricada bulunduğumda, kurul, koro halinde, “Olmaaz… biz, kendi çetelemizi zor tutuyoruz, bir de bunu çıkarma başımıza” deyince, sayma işini bir başka bahara erteleyerek, dergimizin Eylül sayısını; Ümraniye’de oturan yengemiz Ayla’ya ulaştırması için ‘hayır duaları’ eşliğinde, ihlasın huzurlu kollarına bıraktım….

Kargocular, haklarındaki düşüncelerimin bir ‘önyargı’ olduğunu ispatlamak istermişçesine, dergimizi, “Allah Allah” nidaları eşliğinde olmasa da, İstanbul’a ve bir o kadar da şaşırtıcı bir şekilde, söylenilen sürede ve doğru adrese ulaştırmazlar mı!.. Ellerim, yüzümdeki utanç kaynaklı ısı farklılığını ölçmek üzereydi ki, gelen telefonla irkildim; “Bir tatlı huzur vermeye geldim” demek için aynı kapı zilini defalarca araklayan görevli, kapıda ne Ayla, ne de yıldızla karşılaşamayınca, o karanlıkta zar zor yazdığı bir notu bırakarak ayrılırken, dergimiz de, ucu açık müzakereleri kıskandıracak açıklıkla yola çıkmıştı…

Ayla, “Bir daha getirsinler” diyor…
Kargocular, “Böyle bir uygulamamız yok, siz gelip buradan alın” diyor…
Ayla, “Bebeğim var, çıkamam” diyor…
Kargocular, “Yaparken bize mi sordun?” diyor…

Lacivert Birliği’nin, ‘Dağıtım Masası Şefi’ olan ben, ‘Gözlemci Statüsü’ne de sahip olduğumu sanarak, taraflar arasında devreye giriyor ve İstanbul’daki kargo şubesini arayarak uyarması için, Ankara’daki tüm sosyal, siyasal, sayısal, sözel bağlantılarımı devreye sokuyorum, “Bayanın evde bebeği var, dışarıya çıkamıyor” mazeretiyle… Kargocular ikna oluyor ve bir kere daha kargonun eve götürülmesini sağlıyorlar… Sadece, ‘mutlu son’ sanmakla kalmayıp, bu girişimimin; eski Türk filmlerindeki ‘esas oğlan’ saflığıyla, mutlu sonuna kavuşmasını da istiyorum…
Ama tüm umutlarım ani bir telefon sesiyle dağılıyor; Ayla yine evde yok!..

Dayanamayıp patlıyorum, “Yahu size söyledim, kadının çocuğu var dışarı çıkamıyor. İnsan komşusuna sormaz mı; ‘yan komşunuz Ayla Hanım nerede?’ diyerek,” kargoculara çıkışıyorum ve “Şu an kendisi evde, hemen götürebilirsiniz” diyorum, aldığım istihbarata dayanarak…

Kargocular üçüncü kez gidiyorlar, ama bizim Ayla, 36 daireli apartmanın 36. paralelinin uçuşa yasak bölgesini delme işlemiyle uğraştığından olsa gerek, bir türlü evinde yakalanamıyor… Telefonumuza yakalandığında da, “Bu kadar çabuk geleceklerini tahmin etmemiştim” diyor ve bununla da kalmayıp ekliyor yollara olan hayranlığını sergilemek istercesine, “Ben, İstanbul dışına çıkıyorum bir haftalığına, artık dergiyi alsam da dağıtacak zamanım olmayacak”… “Bu kız şair olsaydı, kesin ‘yol şairi’ olurdu” diyorum içimden…

Dönüyorum yeğenim Mert’e, “İstanbul’dan birini bul bana” diyerek… Mert de, kendisi gibi öğrenci olan arkadaşı Ruhi’yi arıyor “sadece bir kerelik” diyerek. “Ekle ekle..” diyorum, “..bir kereden bir şey olmaz!”
Ruhi, veciz sözün de etkisiyle, rahatlayarak, dergileri dağıtmayı ‘ama bir kereliğine’ diyerek kabul ediyor…
Anlıyorum ki, halkımız edebiyat, kültür, sanat gibi uğraşlara katkı vermeyi, bir kereyle sınırlandırmayı ilke edinmiş.
Hemen harekete geçerek, kargoyu Ruhi’nin alabilmesi için Ümraniye’den Taksim’e yönlendiriyorum…
Bu kez de kargonun Ümraniye’den Taksim’e iki günde varamadığını öğreniyorum, “kaç kez gittiğim halde paket hâlâ gelmemiş” diyen Ruhi’den…

Düşünüyorum, ‘Taksim’e benzer isimde başka hangi semt var ki İstanbul’da?.. Sadece Maksim geliyor aklıma ama o da semt adı değil gazino!..’ İçinden çıkamayınca, “İstanbul’u avcumun içi gibi bilirim” diyen arkadaşımı hatırlıyor ve telefona sarılıyorum. Arkadaşım saçmalıyor; “Fatih’tedir sizin kargolar!” kızıyorum, “kel alâka!” deyip telefonu kapatıyorum ama içime, “acaba?” kuşkusu düşüyor…
Tam o anda çalan telefon, kargodan arıyorlar; “Sizin dergiler yanlışlıkla Fatih’teki şubemize gönderilmiş!..” İnanamıyorum, “Acaba, Fatih kargoların ‘Hac’ mevkii mi oluyor?” sorusuyla fazla boğuşmadan, tekrar Taksim’e yönlendiriyorum dergileri, ama bu kez; ‘Vasati 40 gün’ diyerek çıktığı, bir insan hayatının en uzun tatilinden İstanbul’a dönmüş olan yeğenim Mert’in adına…

Mert arka arkaya üç gün şubeye gidiyor ama kargo yok… Çıldırma noktasına hâlâ gelememiş olmama şaşırmaya fırsat bile bulmadan, yeniden telefon trafiğinin akıcı konumuna kendimi bırakıyorum…
Ve öğreniyorum ki, kargo Taksime benim adıma gitmiş!.. Şeytan, ‘Atla git İstanbul’a, kendi gönderdiğin kargonun alıcısı ol!’ diyor ama, ben onu dinlemiyorum… Bu arada, sonbaharın ikinci ayına iyice yaklaşmış olmamız, “acaba bu kış gelmeden dergiyi kitabevlerine ulaştırabilecek miyim?” sorusunun tedirginliğini de yaşatmaya başlıyor ama, “yılmak yok” diyerek, kargodaki alıcı adını Mert’in adına yeniden düzeltip, arayarak haber vermek istiyorum… Acı haber, telefonun diğer ucundaki Mert’in dilinden ahizeye süzülüyor, “Dayıcığım, bu akşam Ankara’ya, kız arkadaşımın yanına geliyorum. Kargoyu, ya arkadaşımın adına çevirttir ya da burada üç gün daha beklemesini sağla, dönünce ben halledeyim”

Çaresiz, tekrar Ruhi’nin adına çeviriyorum kargoyu ve talimat tadında tembihte de bulunuyorum, “Bugün muhakkak al ve dağıtmayı unutma!” Ruhi’den rahatlatıcı bir cümle geliyor, “Tamam dayı, okul çıkışı saat dört gibi alırım.” “Oh be, sonunda başardım!” diyebilmeyi, -yaşananlardan sonra- dergilerin dağıtımının yapıldığı haberini aldıktan sonraya bırakıyorum…

Saat 16:30 civarı Ruhi arıyor, ekranda numarasını görünce, “Allah’ım, lütfen bu kez bitmiş olsun!” dileğiyle açıyorum telefonu, “Dayıcığım, kargoyu almaya gittim ama kargo kapalıydı… Ramazan nedeniyle erken kapanıyormuş!” dediğinde Ruhi, aklıma Yaşar Nuri Öztürk’ü -başka vasıta kalmamış gibi- küplere bindiren, ‘Orucu, cinsel birleşmeyle açabilir miyiz?’ sorusu geliyor…

İçinde dergilerimizin yer aldığı koli, bundan sonra 333 kere daha alıcı ve/veya yer ismi değişikliğine uğramak kaydıyla izini kaybettirerek ortadan kaybolunca, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Trafik Şubesinde haber spikeri olarak çalışan Murat Kazanasmaz’ı arıyorum, dergimizin son yol durumu bilgilerini sormak için.
Murat’tan, dergimizin gayet akıcı bir trafikle Atina’ya doğru seyretmekte olduğunu öğreniyorum…
Araya, birtakım Lacivert güçlerin girmesiyle dergimizi yeniden İstanbul’a döndürebilmeyi başarmış olsam da, elimizde tutmayı başaramıyorum…

Aklıma, dergimizin bir önceki sayısının akıbeti geliyor, tüylerim diken diken oluyor;
“Aldığımız son istihbarata göre dergimizin bir kısmı; kestaneciler, çekirdekçiler, ve kokoreççilerde ambalaj amaçlı kullanılırken, bir kısmı da kargo şubesinin ısıtılması amacıyla, huzura eriyormuş…”
Tarih; -inat olsun diye- tekerrür eder mi?..
“Ederse etsin!.. Olsun, bu da bir başarı; ne yapalım, biz dergimizle zihinleri doyuralım, ısıtalım demiştik ama tenden içeri girememişiz…” diye düşünüyorum ve kendi kendime söz veriyorum, “..ama bir dahakine, her şey çok farklı olacak”
Ve dediğimi de yaptım. İlk yılımızın son sayısı basılır basılmaz, ‘kendi işini kendin gör’ kampanyası çerçevesinde kaptığım gibi dergileri, ‘Ver Elini İstanbul!’

Bana, Orhan Veli’nin nasırlarını kıskandıracak kadar acı çektiren, kargoculara inat, aynı günde yaptığım bir anlaşmayla artık İstanbul’un en önemli kitabevlerinde dergimizin kalıcı bir dağıtım sistemiyle yer almasını sağladım…
“Sefalet çekmek istemiyorsan memurla evlenmeyeceksin” diyen babamı da anıp söylevine biraz katkıda bulundum, “Huzurlu bir yuvan olsun istiyorsan huzurdan ihlasa ermiş kargocuyla da evlenilmez” diyerek…
Nasıl demem ki, “senin” sanarak bir başkasının “koynuna” girmeyeceğini kim garanti edebilir!.. ?

Sosyal medyada paylaşın!
Latest Comments
  1. Erhan Tığlı

    Eski bir mizah yazarı olarak karikatürünüzü beğendiğimi belirtmek isterim. Yazı ise acı gerçekleri buruk bir tebessümle okuttu. Dergide mizah yazılarına da yer verilmesini dilerim. İsterseniz bu konuda size yardımcı olabilirim. Akbaba, Gırgır gibi mizah dergilerinde yıllarca yazısı çıkan, Mizah öyküleri antolojisinde adıma özgeçmişime ve öykülerime yer verilmiş 50 yıllık bir mizahçıyım. Dost selamlar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir