Kedi, Masal ve Yalan (Feyziye ALPER)

kedi

Yaşamın bilenmiş bıçak keskinliği ile baş başa kalmaya alışmışken birdenbire evimize konuk geldi. Geliş o geliş… Bir spor  çantasının  içinde  şehrin  bir ucundan bir ucuna sürmüştü yolculuğu. Sinmiş,  korkmuş,  çıtı  bile  çıkmamıştı yollar boyunca. Bu çantada ne var, diye sormuştum kardeşime. “Katil” demişti. Miyavlayışını duymuştum. Bir masalın kahramanıydı o. Her miyavlayışı masal dünyası ile yaşamın gerçekleri arasında gidip gelmeme sebep oluyordu.

Bir varmış bir yokmuş, diye başlarken   annem,   bu   sözlerin   anlamını kavrayamazdım. Çocukça bir sabırsızlıkla  masal hemen  başlasın  isterdim. Oysa   yıllar   sonra   gerçekleştirmeye çalıştığımız  masalları  insanların  nasıl da göz kırpmadan yok ettiklerine tanık olacaktım.  Düşlerde  her  şey  var  ama; gerçeklerde  hiçbir  şey  yoktu.  Bir  var bir yoktu…

amlarda yağmurlar… Gök gürültüleri, camlara keskin çizgiler bırakan şimşekler… Odanın karanlığını dağıtan anlık ışımalar… Hep sevdim bu anları; çocuklar  korkarken…  Sonraları  ne  zaman yağmur yağsa perdeleri açıp ışığı söndürür  şimşeklerin,  yağmur  damlalarının  camlardaki  oyununu  izlerdim kulağımda annemin sözleriyle.

“Bir varmış bir yokmuş… Padişahın güzel mi güzel üç kızı varmış. Saraylarında mutlu bir hayat sürerlermiş.

Gel  zaman  git  zaman  padişah  ölmüş.

Kızlar  vezirlerin  acımasız  oyunlarına yenilmişler. Perişan, parasız, kimsesi kalmışlar.  Ellerindeki  koca  servetten kalakala birkaç değerli mücevher kalmış. Onları da kötü vezirlere kaptırma korkusu  duyuyorlarmış.  Kardeşlerden en küçüğü  ablalarını  karşısına  almış. Hem  güzel  hem  de  akıllıymış.  Demiş ki: “Bizim memleketimiz burası. Halkımız bizim  düştüğümüz  durumu  görüyor  ve  mutsuz  oluyor.  Babamızın zamanında  böyle  değildik.  Hem  halkımız  hem de biz  mutluyduk.  Burada  kalmaya  devam  edersek  halkımıza daha da acı vereceğiz. Onlar törelerine bağlıdırlar.  Mutsuzluğumuz   mutsuzlukları  olacaktır. Onlar  kendilerinden çok bizimle ilgilenirler. En iyisi memleketimizden, anılarımızdan  ayrılalım, başka  bir  yerde  yaşayalım.”  Ablaları küçük  kardeşlerine  hak  vermişler.  Bir gece  sadık  birkaç  adamın  yardımıyla eşyalarını toplayıp yola koymuşlar.”

Biz  de  üç  kız  kardeştik.  Padişah gibi gördüğümüz bir babamız vardı. İşleri yolundayken padişahların, kralların oğulları  gibi  görkemli.  Beklenmeyen ve istenmeyen acılarla mücadele ettik. Yoksulluğu, hor görülmeyi yüklendik. Merhametin ve acımasızlığın aynı noktada nasıl buluştuğunu gördük. İkisi de aynı  yaraları  açtı  çocuk  yüreğimize. Karmaşık,  yoksul,  çözümsüz  günler…

Masaldaki  padişahın  küçük  kızı  bendim: Akıllı, ama çirkin.

“Küçük kız eşyalarını koyduğu sepetini sıkı sıkı tutuyormuş. Derken bir miyavlama sesi tutmuş ortalığı. Ablaları kedisini götüremeyeceğini söylemişler. Biz yedik de o mu kaldı, demişler. Ama küçük kız, ben kedimi bırakmam, kendi  hakkımdan  yedirir  içiririm,  demiş. Az gitmiş uz gitmişler… Dere tepe düz  gitmişler…  Kendi  memleketlerinden çok uzaklarda bir memlekete vasıl olmuşlar.”

Yokluğu  gördüm.  Benden  de  ailemden de kötü durumda olan insanlar olduğunun ayrımına çok erken yaşlarda vardım. Camlara yoksulluğun yağmurları  yağarken  padişahın  küçük  kızıydım.  Benden  yardım  isteyen  herkese elimi uzatmaya karar vermiştim; kimseden bir şey beklemeden… Pek güzel olmayan yüzüme acılar çizildi zamanla.  Ne  Şehrazat’ın  gece  siyahı  saçları ne de Rapunzel’in ibrişim sarısı saçları…Yolu yarılamaya daha yıllar varken saçlarım yolun sonuna varmıştı.

Yokluğun   büyük   şehirde   başka anlamlara geldiğini gördüm. Hep varsıl  insanlarla  birlikteyseniz  ve  ekmek paranızdan   başka   bir   şeyiniz   yoksa yoksuldunuz. Her gün yalnız ve yalnız ekmek parası bulduğunuz bir ortamda komşunuz   bu   parayı   denkleştiremiyorsa  bu  da  onun  yoksulluğuydu.  İç içe  girmiş  hesaplardı  bunlar  ama  hep benden  kötüleri  düşündüm.  Elimden geldiğince  onlar  için  uğraştım,  didindim. Kendi yoksulluğumuzun hesabını yapmadan koca şehirde yaşamaya alıştım. Hazır bir elbiseydi bu bana ve aileme giydirilmiş. Süslü, cicili bicili bir elbise olan zenginliği denememize bile izin verilmedi.

“Küçük  kız  ablalarını  karşısına almış. Herkes neyi var neyi yok bana versin, demiş. Kızlar ellerindeki altınları,  elmasları,  yakutları  kardeşlerine vermişler.  Ne  yapacak  diye  de  merak etmişler. Küçük kız memleketin en ünlü kuyumcusuna gitmiş. Elinde ne var ne yok bozdurmuş. Oldukça iyi para etmiş baba yadigârları.

Kız  sarayın  karşısında,  görkemli bir konak tutmuş. Ablalarını alıp şehrin en iyi çarşısına götürmüş. Öyle kıyafetler almış ki kızlar şaşkınlıktan –sevinçten belki de – neredeyse öleceklermiş. Konaklarına yedi atın çektiği bir yaylı ile   dönmüşler.   Konağa   girdiklerinde açlıklarını  gidermek  için  yolculuktan kalan  kırıntıları  atıştırmışlar.  O  sırada kedicik  aç,  perişan  yemeklerine  ortak çıkmış.  iki  abla  da  defol  pis  mahluk, biz  yedik  sen  mi  kaldın,  diye  kediye bağırmışlar.  Kedisini  küçük  kız  yanına almış. Zaten çok az alan yiyeceğini onunla  bölüşmüş.  Kedi  memnun,  huzurlu ve karnı tok, küçük kızın ayakları dibinde mırıl mırıl uykuya dalmış.”

Ezberlemiştim  bu  masalı.  Küçük kızı ve kediyi. Büyüdükçe, masallardan sıyrıldığımı sandıkça bu masal kedisine  bağlandım.  Padişahın  küçük  kızını kıskandım. Kedicik hiç mi hiç gerçek hayatla bağdaşmıyordu. Gerçekle bağdaşmasa  da  ben  ayaklarımın  dibinde dolaşan, mırıldayan, sokulgan, sıcak bir kedicik istiyordum. Masalın sonundaki padişahın  kızının  kedisi  gibi.  Her  ikisi masalın sonunda mutlu ve sorunsuz yaşama kavuşmuşlardı. Masalın yalanı buydu…  İnsanın  yalanı…  Her  şeyi  en mutlu ve en mutsuz yerinde kesmek… Oysa  masal  devam  ediyordu.  Yıllar sonra bu masalın kedisiyle küçük kızın mutlu olmamasını istedim. Büyüdüm…

Nefreti, öfkeyi, sevgisizliği öğrendim.

Elimden alınan – düşler dışında hiç benim  olmayan-  kedim  yüzünden  isyan ettim.Çocukça  bir  düşle  masalın  kedisi yerine onu koydum. Zengin bir akraba çocuğu. Giymediklerimi giyen, görmediklerimi  gören,  bilmediklerimi  bilen. Rahat,  kibirli,  bencil…  Bizden  esirgenen ne varsa ona kısmetti. Sevdim onu. Bir masalla başlattım aşkı… Uzun sürdü…

Defterlerin    pırıl    pırıl    parlayan desenli   kağıtlarla   kaplandığını,  avize  denen  ortalığı  aydınlığa  bulayan  o mutantan  nesneyi,  bahçedeki  havuzu, fıskiyedeki pinpon topunu, inci çiçeklerini  ilk  kez  onlarda  gördüm.  Beni sevebilir  miydi;  çula  çaputa  sarılmış beni? Hayır!…

Büyüdük. Masallardaki adalet duygusunun gerçekte işlemediği bir dünyada büyüdük. Zorluklarla okudum, istediğim mesleği seçemedim. Dört duvar arasında çoğu zaman nefessiz kaldım. O kurslar, ekmek elden su gölden harcamalarla  istediği  yere  getirildi.  Önce de padişah oğluydu sonra da… Masallardaki  sınıf  atlamalarının  insanların sosyal adalet kavramını gerçekleştirme arzuları olduğunu öğrendim. Keloğlan padişah olur, değirmencinin kızı şehzade hanımı. Bunu hep bildim. Bu bir arzuydu.  Düşle  gerçek  arasında  dinamit fitili bir köprü kurduk her zaman. Yalanı,  hayali  sevdik.  Gerçekten  ürktük. Sevmeyecekti  beni  biliyordum.  Niçin vazgeçemiyordum,  niçin?  Ayda  yılda bir   karşılaşmalarda yaşadığım tedirginlik… Hatırladıklarım… Kalp çarpıntılarım… Değişen  tavırlarım.  Bundan rahatsız oluşu. Yüzüne karşı seni seviyorum,  sen  bir  masalın  kedisisin  diye bağırmak  isteyişim.  İşleyen  bir  yara gibiydi bende kalan duygular.

“Yeni memleketlerinde          herkes sabahın   ilk   saatlerinde   konağa   taşınan  bu  üç  kız  kardeşten,  konaklarına gelen   eşyalardan   konuşmuşlar.   Kapı her çalındığında konağa yeni bir eşya geliyormuş. Ablalar  tedirgin,  bunların parasını nasıl öderiz diye kara kara düşünüyorlarmış.  Çünkü  küçük  kız  alışveriş  yaptığı  her  esnafa  biraz  peşinat verip geri kalanını eşim memleketinize gelince ödeyecek dedikçe, hiç birimiz evli  değiliz,  yalanımız  ortaya  çıkacak diye korkuyormuş ablaları.

Şehrin  ekâbir  takımı  yeni  gelen komşularına gelenek üzere yemek göndermeye başlamışlar. Kapı çalınmış akşama doğru. En büyükleri gidip açmış. Bir  büyük  tepsi.  Üstünde  kâseler,  sahanlar, tencereler, badyeler, üsküreler… Uşak şehrimizin valisi ve hanımı yolladı deyip saygı ile eğilip gitmiş. Tepsiyi yukarı çıkarmışlar. Oturup bir güzel karınlarını  doyurmuşlar.  Pilav,  zerde, kavurma, çerez neler neler. Karınlarını doyurduktan  sonra  tepsiyi  bir  kenara bırakıp  uykuya  dalmışlar.  Sabah  uyanınca ne görsünler, artan bütün yemekler  paha  biçilmeyecek  kadar  kıymetli mücevherlere  dönüşmüş:  Altın,  yakut,  lâl,  elmas…  Küçük  kız,  uşak  tepsiyi almaya gelince sahanlardan birine altın bir  zincir  koymuş.  Valimizin  hanımı azımızı çoğa saysın, demiş. Ertesi gün bir başka uşak çalmış kapılarını. Yine bir koca tepsi ile yemekler ki ne yemekler… Kızlar yemeye başlamışlar. Küçük kız kediye de bir şeyler yediriyormuş. Büyükler  onu  sofradan  uzaklaştırmışlar. Kötü, kaba davranmışlar. Buna çok içerleyen  kız  kediyi  sonra  doyurmaya karar vermiş. Ablaları uyuduktan sonra kediyi aramış ama bulamamış. Sabah olunca yine artan yemeklerin mücevherlere dönüştüğünü görmüşler.  Altınları  alıp  alışverişe  çıkmışlar. Yemek  gönderene  de  hediyelerini  bırakmayı unutmamışlar. Daha sonra da tepsi  tepsi  yemekler  gelmiş  ama  artık hiçbir yemek altına, elmasa dönüşmüyormuş. Küçük kız da kedisini arıyormuş durmadan.”

Okuyordum…   Hummalı   bir   şekilde  okuyordum.  Kese  kağıtlarından, paketlere  sarılmış  gazetelerden  geçen bir  okuma  serüvenini  bilinçli  bir  hale getiriyordum.   Tek   zenginliğimin   bu olacağına  inanarak  okuyordum.  Onun zenginliğine  karşı  bilgim.  Kaybeden bendim.  Zenginlik  bilgiyi  getiriyordu ama  bilgi  zenginliği  getirmiyordu  insanoğluna.  Eşitsizlik  vardı  ama  kime neydi bundan…

Annem, koca kız oldun hala masal anlatmamı  istiyorsun,  büyü  artık,  diyordu. Yalvarıyordum, ne olur “Memleketler  Mühendisini”  anlat  diye…  Bu isteğime  anlam  verememekle  birlikte başlıyordu masalımı anlatmaya. Dinledikçe ayaklarımın yere basması gerektiğini  hissediyordum. Bütün gerçeklerin farkındaydım. Ama masalın içinde kaybolmaktan   da   vazgeçemiyordum. Hem hayali hem de gerçeği gerçekten yüreğime ve aklıma eşit paylaştırmayı başarmış  mıydım?  Bu  karmaşayı  yaşarken masalım kupkuru günlerime bir ırmak gibi sızıyordu.

“Küçük kız günlerce kedisini aramış. Ablaları sen deli misin, bir kedinin  peşine  bu  kadar  düşülmez,  diyorlarmış.  Ablalarına  içerliyormuş.  Ben kedimi, çok seviyorum, başına bir şey gelmesinden korkuyorum. Siz ne sevgi yoksulu kızlarsınız. Bir kediciği sevemediniz.   Çocuklarınızı,   kocalarınızı nasıl  seveceksiniz. Ablalar  bu  sözlere gülmüşler,  kocayı bulduk  da  çocuklar mı kaldı demişler.

Günler günleri kovalamış, aylar da ayları. Adet olduğu üzere yine yemekler geliyormuş  şehrin  ileri  gelenlerinden. Ama hiçbir yemek altına, elmasa, yakuta dönmüyormuş. Ellerindeki mücevherler onlara da torunlarına da yetecek kadarmış. Padişahın  küçük  kızı  bütün  işleri  düzenliyormuş. Konağa aşçılar, hizmetkarlar, uşaklar tutmuş. Konağı   saraylardan bile  görkemli  hale  getirmiş.  Konağın sahibesinin   hüneri,   güzelliği   dilden dile dolaşır olmuş. Herkes evin sahibesi olarak onu kabul ediyor; ablaları da buna ses çıkarmıyormuş. O artık dostluğun, aklın ve güzelliğin timsaliymiş. Misafirler onu   hayranlıkla  süzüyor, onun gülüşünü oturuşunu velhasılı kelam her hareketini anlata anlata bitiremiyorlarmış.’’

Beni de dostlarım, arkadaşlarım, komşularım çok ama çok seviyorlardı. Paylaşılamadığımı  düşündüğüm  anlar öyle çoktu ki. Peki neden yüreğimdeki o koca boşluğu duyumsuyordum. Ve Katil’i  neden  sevemiyordum.  Şehrin bir  ucundan  bir  ucuna  spor  çantasında  yolculuk  eden  Katil’i…  Bizim  de bir kedimiz vardı artık. Herkes ondan konuşuyordu. Yediğinden,  yıkanmasından, oyunlarından, ilk sahibinin onu istemeyişinden…  Acıyordum ama  sevemiyordum Katil’i. Oysa ne kadar iyi biriydim ben… Küçük bir kediciğe neden bu kadar öfke duyuyordum?… Her hareketine kızıyor, bağırıyor ara sıra da  tekmeliyordum.  Masal  kedisine  bu kadar bağlanıp etiyle kemiğiyle, ne kadar inkar etsem de bütün sevimliliğiyle evimizde  yaşayan Katil’i  yok  saymak neyin nesiydi. Hem ben çocukları, hayvanları seven biri değil miydim?

Katil’in evde oluşu bana başlayamadan  kaybettiğim  mücadeleyi  hatırlatıyordu  her  zaman.  Onun  gelişiyle masalları   sevmiyordum  artık.  Yolu yarılamışken  bir  masal  ışıltısı  yakalayamamış olmak Katil’e duyduğum öfkenin asıl sebebiydi.

“Günlerden  bir  gün  memleketin ileri gelenleri padişahın üç kızını ziyarete  gitmişler.  Meraklı  mı  meraklı  bir vezir  hanımı  kızları  sorguya  çekmiş. İçinizden  birinin  evli  olduğu  söyleniyor,  hanginiz,  diye  sormuş.  Padişahın küçük  kızı  ablalarına  sıkı  sıkı  tembihlemiş  daha  önce.  Kim  ne  sorarsa sorsun  soruları  ben  cevaplayacağım, demiş. Kediciğin sahibi ablalarına söz düşürmeden  evli  olan  benim,  demiş. Ablalarının  bu  yalanla  yürekleri  ağızlarına  gelmiş.  Vezirin  hanımı  aylardır memleketimizdesiniz  ama  biz  eşinizi görmedik. Gören biri de olmamış. Bu nasıl evlilik, diye sorusunun devamını getirmiş.  Padişahın  küçük  kızı,  eşim“Memleketler Mühendisi”dir. Bu yüzden   memleket   memleket   gezer.   Sık görüşemeyiz.  Epeydir  uzak  bir  diyarda iş yapıyor buraya gelmesi yakındır. Geldiğinde görürsünüz, deyip meraklı vezir hanımını rahatlatmış.

Bu  sorgu  sual  ardından  tatlı  bir sohbete dalmışlar. Muhabbetin en koyu zamanında,   uşak   saygılı   bir   şekilde odaya  girmiş  ve  padişahın  küçük  kızına “efendim eşiniz geldi sizi aşağıda bekliyor” demiş. Ablalar renkten renge girmişler.  Olmayan  bir  koca  nereden çıkıp gelebilir, bu neyin nesi diye kaygıyla birbirlerine bakmışlar.

Küçük  kız  misafirlerden  izin  isteyip eşim uzun bir yoldan geldi, onu karşılamalıyım, deyip aşağı inmiş. Gelenin kim olduğunu da çok merak ediyormuş. Uşak, kıza eşinizi yeşil odaya aldım,   deyip   işinin   başına   dönmüş. Kız, yüreğine oturmuş korkuyla odaya girmiş. Onu, boylu poslu, yakışıklı mı yakışıklı, kendi yaşında genç bir adam bekliyormuş. Kız genç adama bakmış; genç adam da kıza… Uzun süre bakışmışlar…”

Kapıya  bak  diye  bağırıyor  biri. Misafir   bekliyoruz. Yıllar   öncesinin padişah  oğlunu.  Kapıyı  açmak  bana düşsün istemezdim ama açmak zorundayım. Bakıyorum. Geçmişten şimdiye bakıyorum. Padişahın oğlu sen de yaşlanmışsın  diyorum.  Alnı  açılmış.  Alkoliklere has göbek. Epeydir içkiyi bıraktığından haberim var. Onunla ilgili haberler her zaman kulağıma çalınıyor, beni  ilgilendirmemesi  gerekirken. Yanında  yıllar  önce  bana  gösterdiği  resmin sahibi. Masalımın küçük kızı gibi güzel… İnce, uzun ve alımlı… Seneler önce  nişanlısının  resmini  bana  neden gösterdiğini şimdi daha iyi anlıyorum.

“Sen de kimsin?” aşağılamasıymış bu. Bu sevdadan vazgeç, böyle biri varken seni  beğenmem  demenin  en  kestirme yolunu bulmuş. Hoş geldiniz diyorum, sesim  titriyor.  Geçmişi  yeniden  yaşamak,  geçmişle  yüzleşmek  ne  zormuş. Yıllar  önce  bizi  ziyaretlerinde  davranışlarım nasıl değişiyorsa yine kendimi bulamadığım davranışlar  içindeyim. Neredeyim? Yeniliyor içiliyor, şakalaşılıyor ama ben çok uzaklardayım. Yitip gittiğim bir dünyada yeniden duvarlara, taşlara çarpıyorum. Gerçeğe döndükçe neden yıllar sonra çıkıp geldi evimize, buna hakkı yok diyorum. Bu ziyaretin kısa  sürmesini  diledikçe  gün  uzuyor, sanki yüzyıllara vuruyor zaman. Çekip gidin  evimizden,  çekip  gidin!  Yıllar sonra  yüreğimi  kanatmaya  kimsenin hakkı yok. Çekip gidin! Gidiyorlar… El ele  tutuşup,  söndürdüğümü  sandığım yalnızlığımı tutuşturup gidiyorlar.

“Ben Memleketler Mühendisiyim, demiş  yeşil  odadaki  genç  adam. Kız  şaşkınlıktan  donup  kalmış.  Eşine hoş geldin demeyecek misin diye sormuş genç adam. Padişahın küçük kızı korkusunu  ve  şaşkınlığını  yendikten sonra hoş geldiniz demiş. Genç adam, ben senin gerçekten eşin olmaya hazırım deyip, başından geçenleri anlatmış. Ablalarının istemediği, memleketlerini terk  ederken  yanına  aldığı,  yiyeceğini paylaştığı  kedicikmiş  genç  adam.  Padişah oğluymuş. Kötü bir büyücü onu kedi   haline   getirmiş.   Onu   yürekten seven biri olduğu takdirde eski haline dönebilirmiş. Beni sevdin, eski halime döndüm,  küçük  bir  kediyken  de  sana âşıktım şimdi de, demiş. Rahat edesin diye  yemekleri  altına,  elmasa,  yakuta ben  çevirttim.  Büyüler  bozuldu  artık. Benim  memleketime  gidip  evlenelim deyince kız bu teklifi kabul etmiş.

Ablalar  bu  işe  akıl  sır  erdirememişler. Bir kedi kardeşimizin sevgisiyle  nasıl  insana  döner  diye  kendilerine sormuşlar ama cevabı bir türlü bulamamışlar.

Memleketler   Mühendisi   kedicik ile padişahın küçük kızı kırk gün kırk gece süren bir düğünle evlenmişler. Çocukları olmuş. Mutlu mesut yaşamışlar. Onlar muratlarına ermiş.  Gökten de üç elma düşmüş. Biri…”

Bir  şeylerin  düştüğü  kesindi.  Demir  gibi,  beton  gibi  sert  bir  şey.  Gidiyorlardı.   El   ele   tutuşmuş,   içimde yaşama  karşı  duyduğum  ama  üstünü örttüğüm  öfkeyi  tutuşturarak  gidiyorlardı. Gerçek bu kadar acımasızdı. Okları çektikçe kanıyordu yüreğim. Kendime acıyordum.

Ağlıyordum. Gözlerime söz geçiremiyordum. Hıçkıra  hıçkıra  ağlıyordum. Sular seller basıyordu her anıyı. Neden hiç şans tanınmamıştı bana, neden? Bir krizdi bu, kontrolümü kaybetmiştim.

Yanıma geldi, kedi adımlarıyla yavaş ve sessiz. Karşımda duruyor, neden böyle  ağladığımı  anlamaya  çalışıyordu.  Hiç  alışık  değildi  bu  manzaraya. Kucağıma aldım. Masal kedilerini kaçırmıştım  elimden.  Masallar  uymazdı  gerçeğe.  Evli  evine,  köylü  köyüne davasıydı  bu.  Kırgındım,  mutsuzdum. Masal kedisi başkasını seçmişti.

Sahibi  istemediği  için  şehrin  bir ucundan bir ucuna eski bir spor çantası içinde taşınıp evimize gelen Katil’in yumuşacık tüylerine, uysallığına sarıldım  sıkı  sıkı.  “Katil  seni  seviyorum, seni seviyorum!” diye ağlarken, zengin bir  evin  bahçesinin  inci  çiçeklerinden dökülen, kıymeti masal dünyalarına ait olan  göz  yaşlarım  tüylerini  ıslatıyordu.

Sosyal medyada paylaşın!
Latest Comments
  1. Simten ÜLKER

    Sevgili Feyziye
    İçimi sıcacık kaplayan öykün için teşekkürler. Emeğine sağlık.

  2. Şeyma Arpacı

    Hocam, sizin bu dergide yazı yazdığınızı biliyordum. Öykünüzde çok güzel.. Başarılarınızın devamını diliyorum…

  3. ÖZCAN ÖZKAN

    Gerçekten en hassas telime dokundu öykünüz, özenle işlenmiş dokusuyla, masal tadından taviz vermeden hissettirdiğiniz gerçek dünyanın acımasızlığıyla.
    Teşekkürler.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir